Dünya siyasetinin son 50 yılı. Jeopolitik dönüşümler ve demokratik zorluklar

1974 Karanfil Devrimi, Güney Avrupa’da Portekiz, Yunanistan ve İspanya’daki son otokratik rejimlerin neredeyse aynı anda ortadan kaybolmasına yol açan siyasi geçiş döneminin başlangıcına işaret ediyordu. Devrim, Samuel Huntington’un “üçüncü demokratikleşme dalgası” olarak adlandırdığı olaylar silsilesinin de en önemli parçası olarak kabul ediliyor.

Karanfil Devrimi’nden bu yana meydana gelen jeopolitik değişimlerin tartışılması, 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana zamanımızı şekillendiren makro güç yapılarının kısa bir analizini zorunlu kılıyor. Analize tabi tutulması gereken üç konu var:

  1. Liberal kapitalist ekonomik düzenin yükselişi ve onun alternatifi olarak kabul edilen Rus ve Çin seçenekleri.
  2. Ulus devletlerin evrenselleştirilmesi.
  3. Batılı küresel imparatorlukların sonuncusu olarak bir ABD hegemonyasının inşa edilme girişimleri.

Bu üç başlık küreselleşme olarak bilinen tarihsel dönemin üç direğini oluşturuyor. Söz konusu dönemin eşitsiz etkisi, bazılarının bu terimi sorgulamasına, bunun yerine küreselleşmelere ve hatta küreselleşme karşıtlığına gönderme yapmalarına yol açıyor.

Makro yapılar, bazılarının geçirdiği dönüşümlerin, diğerlerinkini tetiklediği, ABD hegemonyasının ve onun gayrı resmi imparatorluk projesinin en kötü sonuçlarına maruz kaldığı bir süreçte var oldu.

İdeolojik açıdan bakıldığında emperyalizm, hem siyasal modernitenin merkezi unsuru hem de 19. yüzyıldan bu yana küreselleşmenin parçalanmasının başlıca faili oldu. Parçalanma, özelde Avrupalı ​​ve genelde tüm batılıların kendi üstünlüklerini kurma ve meşrulaştırma çabalarının hakim olduğu ırksal, ekonomik ve “uygarlık” çizgisinde bir kopuşa yol açtı. Dahası dünyamızı kasıp kavurmaya devam eden eşitsizliğin de filizlenmesine sebep oldu.

Süreç, İkinci Dünya Savaşı ile 1991 arasındaki jeopolitik rekabetin ana itici güçleri olacak iki gayri resmi imparatorluğu ortaya çıkarttı. Bunlar çift kutuplu dünya düzeninin de baş aktörleri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyetler Birliği’nden (SSCB) başkası değildi. Dolayısıyla Soğuk Savaş dönemi, rakip küreselleşmeler olarak adlandırılabilecek olgular arasındaki denge arayışının damga vurduğu bir dönem olarak da görülebilir. Bu, bir yanda ABD’nin hegemonyası, diğer yanda Sovyet – Batı karşıtlığının himayesi altında “özgür” bir dünya ile “komünist” bir dünyanın bölgeselleşmesiyle tanımlanan geçici coğrafyaların ortaya çıkmasına da kapı araladı.

Dünya hakimiyetine yönelik jeopolitik rekabetten hayatta kalan tek ülke ABD oldu. Günümüz ABD’sini daha iyi anlamak imparatorluk terimi hakkında kısa bir açıklamada bulunmak gerekiyor. Amerikan tipi gayri resmi bir imparatorluk, merkezindeki siyasi güce rağmen, çevredeki siyasi güçlerin bir tür resmi egemenlik geliştirmesine izin vermezken, askeri veya ekonomik yaptırımları kullanarak özerkliklerini önemli ölçüde sınırlayan bir organizasyon olarak karşımıza çıkıyor.

Michael Mann’a göre gayri resmi imparatorluklar, uygulanan baskı türüne göre üç alt türe ayrılabilir:

İmparatorluğun üzerinde çalışmak istediği sömürgeleştirilmemiş topraklara yoğun ama kısa askeri müdahalelerle karakterize edilen gayri resmi savaş imparatorluğu.

Ekonomik emperyalizm. Burada baskı askeri olmaktan çok ekonomiktir ve imparatorluğun önderlik ettiği uluslararası finans kuruluşları tarafından dayatılan “yapısal ayarlamalar” yoluyla çevre ekonomilere müdahale yoluyla sağlanır.

Ekonomik veya askeri yardım imtiyazı karşılığında yönetimin yerel idarecilere devredildiği “vekaleten gayrı resmi imparatorluk”.

ABD, askeri baskı veya hegemonyasını, BM Güvenlik Konseyi veya NATO gibi uluslararası güvenlik kurumları aracılığıyla ve aynı zamanda sadakati sınanmış uydu devletlerden oluşan bir ağ ile organize ediyor. ABD bölgelerde tesis ettiği ittifakları devamlı kılmak adına savunma ortaklıkları ve silah sözleşmelerini de sık sık kullanıyor.

Finansal alana bakacak olduğumuzda ise 1971 yılına kadar ABD, doların ve onun Bretton Woods sistemindeki altın paritesinin yanı sıra IMF ve Uluslararası Para Fonu gibi diğer yan ürünler aracılığıyla hakimiyetini güçlendirdi. ABD son olarak Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla, ideolojik ve normatif hakimiyetini tesis etmeyi başardı ve serbest ticareti ABD hegemonik nüfuzunun bir koşulu ve garantisi haline getirdi.

ABD, yandaşı bulunan rejimleri savunmak veya inşa etmek için askeri müdahalede bulunarak vekiller aracılığıyla gayri resmi imparatorluğunu günden güne geliştirdi. Bu eğilim 1979’a kadar İran’da sonrasında ise Irak, İsrail, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi Ortadoğu ülkelerinde konumlandırılan askeri yardım ve askeri üslerle güçlendirildi. Bu iki unsur ABD’nin jeostratejik kontrol uygulamak için kullanmayı adet haline getirdiği iki ilkesini oluşturdu.

1970’lerden bu yana ABD, demokrasiyi savunmaktan çok kapitalizmin muhafaza edilmesiyle motive oldu. Bölgedeki ABD iş birlikçileri, yerelde kapitalizmi güçlendirirken ABD elitleri küresel ekonomik refahı, ABD’nin refahıyla, demokrasiyi ise serbest girişim kavramıyla, daha açık ifade etmek gerekirse ABD’nin ticari girişim özgürlüğüyle ilişkilendirdi.

Cox ve Wallerstein gibi düşünürler farklı teorik perspektiflerden, ABD hegemonyasının gerçekliğini, diğer makro güç yapılarının koşullayıcı faktörlerine tabi olması veya hegemonyasına karşı direniş kutuplarının varlığı nedeniyle sorgulamaya başladılar. Fakat ABD’nin uzak bölgeleri kontrol etme konusundaki jeoekonomik çıkarının hegemonyadan ziyade coğrafi sınırları anlayamayan bir tür “milliyetçi küreselizm” olduğu fikri konusunda Mann’la aynı fikirdeler. Bunun nedeni, ABD çıkarlarının sembolik yansımasının hemen hemen her yerde mevcut olması ve uzaktaki herhangi bir tehdidi yakındaki bir tehdide dönüştürebilmesi olarak kabul ediliyor.

Doların Vietnam Savaşı’nın finansmanından kaynaklanan ve ABD’nin Bretton Woods sisteminden çıkışını hızlandıran değer kaybı, ABD’yi yurtdışına doğrudan müdahalelerini sınırlamaya ve vekiller veya müttefikler kullanarak eylemlerini merkezi olmayan hale getirmeye teşvik etti. Bunun, ABD’nin 21. yüzyıldaki dış siyasetine doğrudan yansıyan belli başlı üç etkisi oldu:

1- Uzun vadede ABD çıkarlarını baltalayan müttefik devletlerin yükselişi.

2- 1973 krizinden bu yana faaliyetlerini petrol ve dolarlarla finanse edebilen cihatçı hareketlerin yükselişi.

3- Asya’nın, 1970’lerde dış politikasını yeniden tanımladıktan sonra Çin liderliğinde Arap dünyasına yayılması.

Arap çöllerinden yeni bir aktörün ortaya çıkmasıyla birlikte, gelecek yapısal dönüşümler üzerinde en büyük etkiyi yaratan olay, ABD’nin 1973 Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’i desteklemesi oldu. Savaş sırasında Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkelerin olaya doğrudan dahil olması, Arap dünyasının dünya ekonomisini etkileme konusunda ciddi bir kapasiteye sahip olduğunu ortaya çıkarttı.

OPEC’in ekonomiye müdahalesi, ABD imparatorluğunun prestijini ve siyasi ve askeri liderliğine ciddi bir tehdit olarak algılandı. Bu bağlamda, ABD’nin Kennedy yönetimi altında, Sovyet yanlısı Arap milliyetçiliğinin yayılmasına karşı İsrail’in desteklemesi daha önce yerleşik olan “iki sütunlu doktrini” tarihin tozlu sayfalarına atılmasıyla sonuçlandı.

Esasında ABD’nin Suudi Arabistan ve İran’ı desteklemesine dayanan doktrini öncelikle petrol arzını garanti altına aldı. İkinci durumda ise ABD’nin ucuz petrole erişimini güvene alarak başta Avrupa ve Japonya olmak üzere müttefikleri üzerindeki hegemonyasının devamını sağladı. Ancak bu iki sütunlu stratejinin sağladığı denge, İsrail’in “stratejik oyuna” dahil bozuldu ve ardından gelen 1979 İran Devrimi her şeyi alt üst etti.

Mayıs 1973 gibi erken bir tarihte dönemin Suudi Arabistan Kralı Faysal, ABD’nin OPEC’teki çıkarlarını savunacak Arap müttefikleri olduğunu fakat “ABD’nin İsrail’in Arap topraklarını işgalini desteklemeye devam ettiği sürece bu müttefikleri yanına çekemeyeceğini” ilan etti.

Uluslararası ekonomik krizin en doğrudan sonucu, petrol ihraç eden ülkelerin zenginleşmesi ve Müslüman dünyasındaki nüfuzlarının güçlenmesi oldu. Dahası Vehhabi ideolojisinin yanı sıra Müslüman Kardeşler ve Taliban gibi radikal siyasi-dini aktörler petrolden kazandıklarıyla finansmanla giderek daha güçlü hale geldiler.

20. yüzyıl ABD yüzyılıysa, 21. yüzyılın Asya yüzyılı olacağı düşüncesi günümüzün jeopolitik analistlerinin söyleminde büyük önem taşıyor. Bunun iki nedeninden bahsedilebilir:

Müdahaleciliğin azalması ve ulusal çıkarların savunulmasına geri dönüş olarak yansıyan, en muhafazakar siyasi unsurların hevesli sloganı olan “Amerika’yı yeniden büyük yapın” şeklinde ifade edilen, gayri resmi ABD imparatorluğunun yukarıda bahsedilen gerilemesidir.

Çin’in önümüzdeki on yıllarda ABD’yi ekonomik olarak geride bırakması yönündeki öngörü. Buna karşı çıkmadan önce Çin’in 2023’teki GSYİH’si 20 trilyon dolarken, ABD ekonomisininki 26,8 trilyon dolar olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Çin’in ekonomik büyümesi ve sergilediği uluslararası projeksiyon, ABD’yi büyük bir jeopolitik ikilemle karşı karşıya bırakıyor. ABD, ekonomisinin ele geçirilmesini önlemek için Rusya’ya güvenmek zorunda kaldı. Fakat Ukrayna’daki mevcut savaş, bu yöne giden tüm köprüleri dinamitlemiş durumda. Bu bakımdan ABD için en kötü senaryo, Çin’in enerji bağımlılığı ve Putin rejiminin Batılı güçler tarafından maruz bırakıldığı izolasyon nedeniyle Rusya’nın, Çin’in ekonomik gücünün tebaası haline gelmesidir. Bu denkleme İran’ı da eklersek “anti-hegemonik” müttefikler denklemi daha da karmaşık hale geliyor.

Nisan 2023’te Pekin’de, Çin’in arabuluculuk çabalarının İran ve Suudi Arabistan’ı başarılı bir şekilde bir araya getirmesiyle Washington’da alarm zillerinin çalmasına neden oldu.

21. yy’ın yeni jeopolitik eğilimleri yalnızca devlet iktidarının kutuplarıyla ilgili geleneksel güvenlik meseleleri etrafında dönmeyeceğe benziyor. Çok taraflılığa veya Huntington’ın “tek-çok kutupluluğuna” yönelik eğilimin ortaya çıktığını varsayalım. Uluslararası güvenliğe yönelik ana zorluklar iklim değişikliğinden kaynaklanan sorunlardan veya bizi bir “veri savaşına” sürükleyen yıkıcı bilgi teknolojilerinin ortaya çıkmasından kaynaklanacağını ön görmek zor değil.

İklim değişikliğine bağlı kıtlık ve gıda krizleri halihazırda nüfusun yer değiştirmesine yol açmaya başladı bile. Arktik Deniz Buzullarının erimesi çok da uzak olmayan bir gelecekte büyük güçler arasında yeni bir jeopolitik çatışma senaryosunun önünü açabilir. Öte yandan, iklim değişikliğiyle mücadele, fosil olmayan enerji kaynaklarının gelişimini teşvik ediyor ve bu durum, halihazırda enerji güvenliği için temel kabul edilen devletlerin nüfuzunu kaybetmesiyle kaynakların kontrolüne yönelik stratejik değişiklikleri tetikliyor.

Farklı bir düzeyde verinin kontrolüne yönelik rekabet ise bilginin toplanması, analiz edilmesi ve stratejik kullanımında bir dönüşüm anlamına gelecektirç. Bu, her ikisi de stratejik karar alma için gerekli olan analiz ve davranışsal tahmin kapasitesini artıracak yapay zeka gibi yeni teknolojilerin geliştirilmesiyle desteklemek için ciddi atılımların öncelenmesi ile sonuçlanacaktır. Öte yandan, bu teknolojilerin güvenlik alanına akışı, kuantum hesaplama yoluyla kodları ve şifreleri kırma yeteneği veya bilginin güvenilirliğini sağlamak için blockchain kullanımı da dahil olmak üzere siber saldırıları ve siber savunmayı da artıracaktır. Bu açıdan Google, Palantir Technologies, Oracle, Amazon ya da IBM gibi şirketlerin küresel yönetişimin sağlanmasında günümüz devletleri kadar etkili olabileceğini düşünmek pek de mantıksız değil.

Ancak yeni güç ve nüfuz dinamiklerini tek bir unsur tanımlayacak olsaydı bu, Rusya veya Çin tarafından üçüncü devletlerde meydana gelen siyasi süreçleri etkilemek ve böylece farklı uygulamalara yol açmak için sıklıkla kullanılan içerik manipülasyon teknolojileri olurdu.

Troller ve yapay zeka aracılığıyla metin ve multimedya içeriği oluşturulması gibi gelişmiş mesaj manipülasyon araçları yanlış bilgi, dezenformasyon veya propaganda oluşturmak için kullanılacağı açık. Bu, seçim döngülerinin değişkenliklerine maruz kalan, bilgi edinme hakkı ve basın özgürlüğüne dayanan batı tipi demokrasilere yönelik en büyük tehdit olarak karşımızda duruyor. Eğer teknolojik gelişmeler, bizi gerçeğin ve kurgunun artık kolaylıkla ayırt edilemediği bir dünyaya yönlendirirse, vatandaşların dezenformasyon karşısında dayanıklılığını artırmak ilerlemenin en mantıklı yolu gibi görünüyor.

Sonuç olarak, Karanfil Devrimi’nin Avrupa’daki otoriterizmin son kalıntılarına son verecek yeni bir demokratikleşme dalgasını başlatması gibi teknolojik devrim de 21. yüzyılda güvensizlik ve komplo teorilerinin en sonunda ele geçirildiği bir karşı dalgaya yol açabilir. Siyasi liberalizmin özgürleştirici projesi, onları ayakta tutan kurum ve devletlerin vatandaşları arasında güvensizlik tohumları da ekmekten geri kalmıyor. Durum böyle olunca, bir sonraki büyük küresel çatışma Pasifik’te ya da Kuzey Kutbu’nda değil, bildiğimiz dünyayı ayakta tutan insanların kalplerinde ve zihinlerinde yaşanabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir